Aydınlanıyor evet. Güneş değdiği yerleri ısıtıyor inceden. Kuşlar şarkılarına çoktan başlamış. Horozlar ötüyor yerli yersiz. Biraz da öfkeli gibiler uykusunda kaybolanlara. Güneşe dönüyorum yüzümü, ışığı tenimde dans ediyor. İçi heyecan, sakinlik, sevinç, huzur dolu bir duygu doğuyor içime. Bunu seviyorum. Neden sonra telaş, kasvet, sıkıntı kaplıyor bir anda beni. Aklımdan ne geçti diye takip ediyor, yaşam telaşlarıma ulaşıyorum. Yok yok, hayır sevmedim bunu. Tekrar dönüyorum güneşe, hafiften esen rüzgâra bırakıyorum saçlarımı. Camda saçlarımın parlayan yansımasına bakıyor, çocuklar gibi seviniyor ve salınışını izliyorum. Beni gün ışığından daha fazla ne mutlu edebilir? Belki bir fincan kahve, bir şiir dizesi Didem Madak’tan, bir sedâ nahif, bir enstrüman sesi hafiften, bir fotoğraf karesi beş yıl öncesinden. Ufak tefek, küçük, değerli pek çok şeyden mutlu olan ruhumlayım. Hafiften içimi gıdıklayan, tebessüme yol veren, huzuru “ân” da sunan sevinmeler, hayatım. Mümkün olsa da kalsak bu anlarda derim. Telaşlarımızı bir bavula doldurup uzaklar ülkesine kargolasak, gönderici adı yazmadan. Dönemesinler bize, dönseler de bulamasınlar diye, tüm bağımızı kopartsak.
Çok bunalmadık mı hepimiz bu yarışlardan, kıyaslardan. Toplum baskısı deneni, onun bir parçası olarak yüklenmemiş miyiz? Nasıl kurtulacağız bu toplum dünyası çukurundan? Toplum biz değil miyiz? Biz değil miyiz bu yarışlara kuralları koyan? Daha ne kadar hizmet edeceğiz ruhlarımızı görmezden gelen, görmedikçe görünmez kılan, maddeye itaât eden modernitenin hissiz, donuk vâroluşuna. Peki, biz bu karmaşada vâroluşabilecek miyiz? Doğabilecek mi ruhlarımız soğuk robotlar dünyasında. Boşluk, hissizlik, yokluk duyguları sancılıları birleştirip, gün aydınlığında doğabilecek miyiz? Yetişmeye çalışırken “öteki”ne, dünya dünyalığını yitirmiş, insan insan olmayla yetinemezken; saygı maddeye, sevgi “ben” e itaât edip sadâkat Brütüs’e bıçak sallarken kavuşmak mümkün mü nefese? Nefese böylesi nefis karıştırmışken özdisiplini mi arıyoruz? Özdisiplin de nesi derken özgürlüğü yanlış mı anladık? Özgür bıraktığımız ruhlar başka bir ruhu yaralarken ve biz de bir başkasının taarruzundan muzdaripken, “saldır” diyen o sesi dinlemek nasıl da ironik? İyileşmek yaralamakla olur mu?
Yaralayanı bil, yaranı bil, hazır ol. Neden yaralandığını da bil. Zira, sende zaten var olmayan bir yarayı başkasının açması mümkün değil. Yaralayan değil yaranı kaşıyan o, farket. Şimdi, yarana üfle, merhemini sevgiyle çal. Ve istersen elindeki merhemi uzat, yaranı kaşıyana. Letâfetle yardım et iyileşmesine. İstemiyorsa saygıyla devam et yoluna. Kimileri yarasız yaşayamaz bilirsin. Vâroluşu yaraları üzerine kurulmuştur. Sen, o istemedikçe saramazsın. Herkes istediği yere kadar alır merhemi, aydınlanır. Bırak kim ne isterse seçsin, odur onun doğrusu.
Her ruh ayrı. O halde herkes kendine iyi geleni seçsin, hürmetle.
Sabret, şükret, seyret…