Mutluluk acı veriyor çünkü sonu var biliyorum, demiş zamanında biri. Bugünün mutluluğunu yarına kurban edenlerdenmiş. Bazılarımız mutluluğa öylesine umutsuzuzdur ki, sonu gelecek kaygısıyla baltalarız ânı. Oysa kısa bir süre orda olduğunu bilirken, keyfini çıkarmak yerine biteceğine üzülürüz. Gelmesiyle, gidişi düşer zihnimize. Endişeleniriz. Bulduğumuzda değerli elmas gibi saklamak isteriz onu bohçalar içinde. Anne çeyizi gibi açıp açıp bakmak gelir içimizden kıymetine. Bakarsak, havamız değişir de biraz güvende hissederiz. Elimize aldığımızdaysa küçük bir çocuğun kalbini tutar gibi davranırız; hassas, ince, duyarlı. Korkarız zarar görmesinden ama aklımızdan da hep o ihtimali geçiririz. Bir gün bitecek, kötü bir şey olup bozulacak bu mutluluk, deriz. Bu, mutluluğu elimizde tutuyorken bile bizi mutsuzluğa düşmeye iter. İhtimalleri yaşarken mutluluk intihar eder, biz ânı öldürür sonra yine hayallere sığınırız. Belki de korktuğumuz hayalleri tüketmektir? Hayaller olmasa neye sığınırız? Belki de öylesine alışmışızdır ki mutluluğun hayaline, bu hayalden uzaklaşmamak pahasına mutluluğun kendisinden kaçarız. Biz ondan kaçarken onu da kaçırırız. Bir mutlu olmak hayali, bir mutsuzluk ihtimaliyle katledilir. Bunu insan kendine yapar da farkına varamaz. İnsanoğlu kendini ne garip bir tutsaklığa yoğurur. Yalnızca acıda buluşur.

Biz hep yarına hasret, yarına tutsak.

Bugüne hasret, bu güne tutsak.

İnsan hep hasret insan hep tutsak.

Ândan ve yarından özgür olmaya!