Gözlerimize müdahale eden bir zihnimiz var. Zihnimizi değiştirince değişiyor dünya. Güzelleşiyor yahut çirkinleşiyor. Şu ayrım da önemli ki, etkilendiğimiz şey yaşadığımız olaylar değil, onlara verdiğimiz anlamlar. Kimisi evi yandığında metânete bürünüp nasip diyerek karşılıyor ve kabulleniyorken kimisi iğnesi kaybolunca kendine ânı zindan ediyor. Olaylar aynıyken de farklı tepkiler ortaya çıkıyorsa, bu farklılık kişilerden ve olaylardan değil onların büründüğü anlamlardan.

Dertler, içindeyken tonlarca ağır. Dışarı çıktığında dertli zamanları basit, ufak, küçük görüyor insan canlısı. Ne kadar da büyütmüşüm diyor içindeyken küçük göremediği tasasını. Bir de giderek büyük bedenlerde gelen sıkıntılarımız var. Small iken medium, medium iken Large oluyor. Her dert bir öncekinin büyüklüğüyle yarışıyor.

Dertlerimiz arasında yaptığımız kıyası başkalarının dertleriyle de yapıyoruz. “Ben çok daha beterini gördüm” diyerek savuşturuyoruz, küçümsüyoruz diğerinin yaşadıklarını. Ya da kendimizi yüceltiyoruz; “Bak ben ne de büyük dertlerle baş edebilecek kadar büyüğüm” diyoruz, içten içe. Neden dertlerimizle alakalı böylesine çok düşünce?

Acıyı kutsayan yanımız, mağdur rolümüz o kadar keskin ki, büyümüyor, çocuk kalıyor. Bu kez de hep güçsüzlük atfediyoruz kendimize. Tevâzuyu yanlış anlıyor, kendimizden utanıyoruz. Eşref-i mahlukat oluşundan bihaber ruhlarımızı yerin dibine sokuyoruz. “Ben” in bencil olmasından öylesine korkuyor da doğurmuyoruz kendimizi. Ali Bey’in eşi, Fatma Hanım’ın kızı gibi isimlerimiz oluyor, biz de kendimize bunları fısıldıyoruz. Böylece birinin varoluşunun uzantısı oluyor ya da hiç var olmuyoruz. Yok sayıyor, zaten olması gerektiğine de inanmıyoruz. Kıymet görmemiş ruhlarımızı biz de kıymet görmeye değer bulmuyoruz. Onları doğmadan gömüyor ve ortaya çıkmalarından tedirgin oluyoruz. Kaygılandıkça, hem biz hem başkaları toprak atıyor üstlerine. Başkalarına kimi zaman biz veriyoruz bu ehliyeti, kimi zamansa onlar ellerinde zaten küreklerle bekliyorlar toprak atmak için üstümüze. “Hele bir dirilsin o ruhun, o içindeki çocuğun”, deyişlerini seyrediyoruz. Sadece seyrediyoruz ruh doğumundan korkan, ruhların varoluşunu kabullenememiş zebani bedenleri.

Bir ömür kabullenilmeyi beklemekle mi geçecek yani? Koşulsuz kabulü öğrenememiş benliğimiz hep koşullara ulaşmak için mi koşacak? Kendisine biçilen fistana giremeyen bedenlerimiz hep mi dışlanacak? Yahut üstümüzde emanet mi kalacak? Hiç biz olmamış, olduğumuz gibi kabul görememişiz de diğerine göre biçimlenmişiz gibi. Biçimlenmişiz de kendimizi o biçimin içinde kaybetmişiz gibi. “Nerdesin ey benliğim?” diye diye bir ömür tüketmişiz gibi. Sonuna doğru aramaktan da vazgeçmiş, kabul uğruna koşullara teslim olmuşuz gibi. Şükrü Erbaş’ın “Bunalıyoruz çocuk bunalıyoruz, biçim veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz” dediği gibi..

–Se, –sa’lar, eğer’ler incitmiyor mu ruhumuzu? … yaparsan seni severim, …….yaparsan gelebilirsin, ……. olduğun için kabul ettim, eğer …… olursan seni desteklerim…

Zaten toprakla kavuşacak olan bizleri, artık o topraktan koşulsuzca doğurma vakti gelmedi mi?