“İnsan sevildiğinden emin olunca ne kadar da cesur oluyor.”

Freud

Tamamen ve yalnızca “ben” olarak geldiğimiz dünya! Hoş mu bulduk?

İlk andan itibaren omuzlarımıza yüklenen –meli –malı’larla büyüyeceğiz. “Güzel kızım” diye severken bir anne, “yakışıklı oğlum” diye seslenirken bir baba; bedenimizden mavi gözler, küçük burunlar, al dudaklar vurgulanıverecek. Küçük zihinlerimiz, uzantısı olduğumuz anne babalarımızdan gurur besleyecek, estetik özelliklerimize. Övülen, takdir edilen, görülen yanlarımız günden güne değişecek. Ve artık bunu yalnızca çekirdek ailemiz değil tümevaran bir yolda akrabalar, arkadaşlar, medya, kültür, dünya yapıverecek.

Akademik başarılarımızla görülecek, önemseneceğiz.. Gülen gözlerle karnelerimize bakan dedemiz, duyduğu gururla bizi ödüllendirecek. Sofrayı toplayan kız çocuklarımız “aferin” alınca, koşarak mutfağa kaçacaklar kıs kıs.. Utançlarıyla al al olan yanaklarını saklayacaklar, sanki hep saklanmış, görülmemiş benlikleri gibi. İşe yarayan olduklarında görülmenin utancıyla coşacaklar.

İlgi odağı markalarla besleneceğiz. Kendiliğimizi ufak bir timsah logosundan yeşertip, susuzluğumuzu markadan gelen değerle gidereceğiz. Arabamız, evimiz, logomuz olacak. Anahtarlar iç huzurumuzu değilse de sosyal gücümüzü kilitlerinden kurtaracak. Güzel, zeki, zengin, başarılı oldukça; çirkin, aptal, fakir olmak ihtimallerini kendiliğimizden temizleyeceğiz. Diğerlerince reddedilme ihtimalimiz azalacak ve böylece olması gereken gruba ait hissedeceğiz. Bu aidiyet sarsılmasın diye, diğerlerini aşağılara itecek, ötekileştireceğiz. Biz, diğerini aşağılayıp eleştirdikçe gruba “ben ondan değilim” mesajını verecek, böylece yerimizi sağlam hale getireceğiz.

Etiketimiz, kendilik değerimizle doğrusal bir düzlemde seyredecek. İşimizin fiyakası arttıkça kendimize verdiğimiz değer de artacak. Ötekinin mesleğimize bakışı, saygıyı kendiliğimize taşıyacak.

Ahmet’ in eşi, Mehmet’in kardeşi olmakla yükselecek, alçakta kalmamaya özen göstereceğiz. Vasfa duyulan saygıyı, bireyliğimize atfedecek; eksik parçalarımızı, fazla olanları pazarlamakla yama edeceğiz.

Tüm etiketlerden çırılçıplak geldiğimiz dünya, hoş mu bulduk?

Hiç biri olmasa da kabul müyüz kendimize? Güzel, çekici, zengin, başarılı, düzenli, disiplinli, olgun vs… Ne varsa, hepsinden sıyrılsak da sever miyiz benliğimizi. Daha az güzel, daha az başarılı, daha az zengin olmak yaralamaz derseniz ne âlâ. Bu kadar etiket koştururken adeta bir at yarışında, rekabeti bir kenara bırakıp kendimiz olduğumuz, doğduğumuz halimizle temas edebilecek miyiz?

Koşullara uymayan “ben”i bulabilecek miyiz bu etiketler kalabalığında. Diğer kişi, sahip olduklarıyla yükseltirken değerini, bizim sahip olamayışımız ”var oluşumuz” u zedelemeyecek mi? Kim sıraladı yığınla şartı önümüze, kim serdi koşulları zihnimize?

Yalnızca “ben” olarak, “sadece ben”, hissedebilecek miyiz kendimizi, seni, bizi?

Koşulsuz kabul, olduğumuz gibi olmak, yetecek mi?

Her şeyde bir çatlak varken biz kabul edebilecek miyiz sızıntılarımızı? Kabul görmemiş çatlaklarımızı saklamaktan yorulmadık mı? Yara izlerimiz varken hepimizin, niçin bu pürüzsüzlük beklentisi?

Merak etmiyor muyuz, olmasaydı bu oluşlar, ne olurdu vâr oluşumuz? Kabul görmek, sevilmek, ait hissetmek ve kazanmak zorunda olmasaydık bu ne anlama gelirdi? Sönük benliklerimizi bunca imaja mecbur bırakmasaydık, olduğu gibi olsaydık, sahteliklere sığınmasaydık?..

Bir Leonard Cohen sesi zihnimizde yükselir belki..

“There is a crack, a crack in everything, That’s how the light gets in.”

“Her şeyde bir çatlak var, bir çatlak var, Işık böyle içeri girer.”

Cohen’in “Yaralarımız ışığın içeri girdiği yerdir” diyen Rumi’ye selam ettiği bir sıyrılma, hepimize diliyorum.