Bir sonbahar zamanındayım. Çiseleyen yağmurun altında ucu kırılmış bir şemsiye yüreğim. Hasta olmaktan korkuyor, paltoma sıkı sıkı sarılıyorum. Yayılıyor tüm vücuduma okyanus, suya teslim oluyorum. Teslimiyetin rahatlığı sarıyor her yanımı. Özgürleşiyor tüm zerrem. Beni yıkayan, paklayan yağmuru alnından öpüyorum. Bir tebessüm belirip de yüzümde, son damla düşünce yanağımda beliren gamzeye, bir yükü atmış gibi omuzlarımdan, derin bir nefes alıyorum. Gözlerim ara ara gitse de ucu kırık şemsiyeye, bir daha dokunmuyorum. Dokunduğum yalnız toprağın nefesi. Hazırlıksız yakalanmış ayakkabılarım hayal kırıklığında yüzüyor. Sırılsıklam olmuş on parmağım hayıflanmayı bırakıp, birbiriyle dans ediyor. Su birikintilerinden korkmuyor, her birine teker teker atlıyorum. Her atlayış bir öncekinden yükseğe olsun diye çabalıyorum.
Soğuk havanın ıslanmış tenime usul usul estiği, beni severcesine sarılırken içimi titrettiği bir gerçek. Hasta da ediyor, üşüyorum. Ateşimse gökte bulut. Paltom beni korumaya yetmemiş, buz gönüllerin istilasından. Ateşler içinde üşüyorum. Neden sonra ucu kırık şemsiye geliyor aklıma. “Ah”, diyorum. Yok mu bu işin bir orta yolu. Bir öylesin bir böyle. Ya siyah bu mevsim ya beyaz. Yaşamın diğer tonlarına bakınıyorum. Yatak döşek hastalanmadan mümkün değil mi yağmura dokunmak? Göller, nehirler, okyanuslar düşlüyorum yağmurla beslenen, kana kana onu içen. Mavide ucu kırık bir şemsiyeyim. Maviden ümit ediyor ve ona sesleniyorum. Bekliyorum.
Mavi, bul şemsiyeyi.